

Kısım 4
Gün içerisinde aldığımız basit kararların nasıl gerçekleştiğini biraz da olsa algılayabilmeliyiz. Bir çoğunu otomatik pilotta yapıyoruz. Bazıları sanki alışkanlık gibi olmuş hayatımızda, hatta yürümek gibi, beynimiz o kadar mükemmel bir organ ki sadece hayati fonksiyonlarımızı yerine getirmemizi sağlayacak elektrik sinyallerini yorumlamanın yanı sıra, aynı zamanda bir spam mail filtresi gibi bazı hareketleri otomatikleştirip, hayatı kolaylaştırmamıza olanak sağlıyor ve farkında bile olmuyoruz. Bu konuyu detaylandırarak boğmak ve boğulmak istemem… Ancak biraz üzerine konuşmak isterim. Şu an bu yazıyı yazarken bile, klavyeye bakmadan otomatik bir şekilde yazmamızı sağlıyor bu mükemmel organ, tıbbı anlamda bakacak olursak bir çok iç organın kontrolü onun otomatik kontrolleri içerisinde yer almakta. Mesela nefes almayı unutmuyoruz. Dünyaya geldiğimizde standart beyin donanımımız da yer alan otomatik fonksiyonlardan değil de sonradan öğrenip ve otomatikleşmiş olanlardan bahsetmek istiyorum. Yürümek, bisiklete binmek, yazı yazmak, konuşmak, yüzmek, okumak ve tabi ki duygular. Korku, heyecan, tedirginlik, sinir, mutluluk, nefret,… bunun gibi bir sürü duygu veya hissiyat. Hatta sınırlarımızı zorladığımız taktirde 5 duyu organımızı bile kontrol etmemize olanak sağlıyor. Yani beyin gelen sinyalleri yorumlayıp bize hissiyat olarak çevirdiğinden, istersek soğuğu hissetmeyebiliriz… Her neyse bu konuyu belki başka bir zaman ele alabilirim. (Soğuğu istersek hissetmeyebiliyoruz, ancak bu vücudumuza zarar vermemize engel teşkil etmiyor….)
Şu anda bulunduğum yerde olmamayı o kadar çok istiyorum ki, “Bizde ki bilgi işlem’de süreç yönetiminde sıkıntı var.” Bazen acayip daralıyorum. Çok fena hemde, vücut reaksiyon verip de “-offfff” diye bir of çekince, karşı masadan “-hayırdır!, çok derinden of çektin.” diye soru cümlesi karışımı bir diyalog başlatılmış gibi görünüyor. Ancak devamı gelmiyor tabi ki. Ben umursamama modunda fazla kaldıkça, karşılık olarak bu bana s.klenmemek şeklinde geri dönüş sağlayabiliyor.
Buna en güzel çözümüm ise, birisi görev verdi. Görev bir yerde belli koşullardan dolayı tıkandı ve görevi verene bilgi verdim. Bilgiyi verdiğim kişi o sırada beni dinlemedi, ikinci kez söyledim tepki yok. Söz uçar yazı kalır. Birisi karşı masamda, diğeri yan masamda oturuyor. Ben de mail atıp, arkama yaslanıyorum ve bekliyorum. Çünkü başka yapacak bir şey yok. Sorunun kaynağında olan kişiye ise; filancadan haber alınca size bilgi geri dönüşü sağlayacağız gibi bir şey söylüyorum. Sonra zaten unutuluyor, bende şişiyorum. Bu sorunun kaynağında ki kişi arayınca, sorunu filancaya ilettim. Tekrar hatırlatırım diyorum. Filancaya bak sorunu yaşayan adam arıyor ne yapalım diye soruyorsun. Sorunun kaynağını yaşayan kişi 3. kez ararsa, ‘konu ile ilgili olarak filancayı arayın, lütfen’ deyip işin içinden çıkıyorum. Ama bu durum insan psikolojisine zarar veriyor. İnsan diyor ki, şu .mına koduğumun yerinde şu sorunu neden çözemiyoruz anasını s.kim… İşte hikâyenin bu kısmı ise; yaşanması gereken sabit noktalardan, işyerinde kaşarlanma evresine giriyor.
Hayat tecrübesi ve hayaller arasında sıkışıp kalmak…
Bu nasıl oluyor? Aslında gayet basit, hayat tecrübesi g.tümüze kazık gire çıka, gire çıka bir şekilde ediniliyor. Bu zaman zarfında ise; kırgınlıklar, dargınlıklar, sevinçler, eğlenmeler ve hayal kırıklıkları gibi bir sürü durum değişkenlerine tabi tutuluyoruz. Yapmamız gereken tek şey olayı akışına bırakıp, kabullenmek. Böylelikle tecrübe edinme işlemi tamamlanmış ve yeni sürece “merhaba!” diyebiliriz.
Hayaller kısmına gelecek olursak, yapım gereği biraz realist yaklaşırım olaylara… En azından çoğu zaman. Çoğu zaman diyorum, bunun sebebi ise; bana yakın gelen realist yaklaşımlar bazen arkadaşlarımla paylaştığımda onlara toz pembe gelebiliyor. Aynı onlar bizimle bazı projelerini paylaşıp, “hadi bunu yapalım, yapabiliriz!” dediklerinde, benim içimden “bi s.ktir git .mına koyım” demem gibi. Bunu sesli söylemek, karşıda ki insanın benim üzerinden birlikte kuracağı hayali sonlandırmak adına daha doğru, ancak onu kırmak adına çok kötü bir davranış olacağından daha bu kısımda bile sıkışıp kalabiliyorum. Ne yapsam acaba? O anki ruh durumuma bağlı olarak. Düzgün konuşan, kibar insan devreye girecek veyahut umursamaz insan devreye girecek. Ati’ler den hangisi ile karşı karşıya kalabilirsiniz, bilemem…! Maalesef ki ruh durumumuz çok değişken; bunun sebebi de gün içinde yaşanılan çevre faktörlerin üzerimizde ki etkisi, birine kızmış olabiliriz, biriyle kavga etmiş olabilir, birinden hediye almış olabiliriz veya harika bir seksin ardından güne mükemmel başlamış olabiliriz ya da gün içinde alabileceğimiz milyonlarca iyi ve kötü haber var. İşte bu yüzden ne ile karşı karşıya olacağımız belli değil. Ancak muhattap olduğumuz kişiyi az çok tanıyorsak; canının sıkkın olup olmadığını ve moralinin(neşesinin) yerinde olup, olmadığını anlayabiliriz. Peki bunu anlayabiliyorsak bu duruma göre davranmak anlayışlı olmak mıdır? Bu konuda bir sürü sıkıntı var. Her zaman empatinin bir kaç tık ötesinde yaşayan bir adam olmuşumdur. Analizci manyak diye tanımlanmamın sebebi de bu olabilir. Anlayışlı olmakta bir zarar görmüyordum. Fakat her zaman değil…
Eskiden anlayışlı olmak standart bir davranıştı, kibar davranmak, efendi olmak, düzgün ve dürüst olmak. Hatta bunlardan bir çoğu erdemli davranış olarak kabul görmekteydi. Keza günümüzde yine düzgün insan sıfatını açıklamaya kalkarsak, ne peygamber efendimizin hayatındaki örnek davranışlarından veya ne de Atatürk’ün hayatında ki örnek davranışlardan bahsetmek benim haddime değil. Ancak düzgün insan dediğimiz kavram, bunların bir kısmını bile olsa uygulamayı başarabilen insandır. Topluma saygısı olan, dinin gereklilerini yerine getiren, edeb kelimesinin anlamını bilen, adab-ı muaşeret kurallarını bilen, adam gibi adam. Burada ki tariften kalkıp’ta beyaz yakasız gömlek giyipte, düğmeleri sonuna kadar iliklenmiş bir adam gelmesin gözümüzün önüne.
İçinde bulunduğumuz ortam öyle birşey ki… Ne dindar bir görüntü altında gezilmeli ki tarzım değil, ne de ortam piçi görünümde olmak ki o da tarzım değil. Mesele de o zaten smile Uyumluluk modu aktif olduğu için iki insanla da oturup, arkadaş olup, muhabbet edebilirim. Ancak bazen aşırı can sıkıcı olabiliyor. Basitçe irdelemek gerekirse, biriyle dini bir sohbete girdiğimizde belli düzeyde bilgi seviyesinden kaynaklı eksiklikler oluşabiliyor. Diğer ortam piçine yakın kişiyle olan sohbette de abazan gibi davranmak zorunda hissediyor insan kendini, illa ki bu durumda bulunulan ortamda”olum g.te bak! ben bunu ne s.kerim” cümle grubunun duyulması gerekiyor.
Böyle bir ortamda, sizinde koymanız lazım. Yoksa dışlanırsınız, “.mına koyum” aslında ingilizce “fuck” kelimesinde olduğu gibi güçlendirme fiili olarak kullanılıyor. Yani etrafta bulunan kızlarla ilgili anlık olarak seks hayali kurulmalı ve etraftaki hem cinslere pozisyon hakkında bilgi verilmesi gerekmekte. Erkek muhabbetini eleştiriyorum. Ama bunu bir süre karşı koysam bile eninde sonunda yapıyorum. Buna da toplum baskını denilebilir mi acaba .mına koyum? smile
Şimdi aynı adam başka düzgün bir arkadaşının evinde misafir olduğunda bir anda mütevazi, iyi, saygıda kusur etmeyen birine dönüşüyorsa sıkıntı büyük demektir. Neyse ki benim dönüşüm olarak adlandırdığım kısım üst paragrafta yer alan, sokmalı – çıkarmalı olan kısım. Bu durumu tasvirlemek gerekirse, standart bir amerikan filminde gözlüklü inek bir tipin, sırtında çantası, elinde kitapları, önüne bakarak yürümesi ve arkasından göbekli şişkonun artist artist “Hey Thompsan, sana kaç kere karşıma çıkma demedim mi? Şimdi sana gününü göstermeye geleceğim. Kaçsan iyi olur, aşağılık pislik!” demesi gibi hayal edilebilir.
İşte bu durumdan standart sahnenin ikinci tekrarında, okulun havalı çocuğu George araya girer ve “-Lanet olsun Winston adamı rahat bırak!” diyerek parodinin devamı gelir. Sonrasında bu ikisi arkadaş olur vs vs…
Arada kalan George kadar olmasam da arada kalmak çoğu zaman can sıkıcı olabiliyor. İnsan kendini iki yüzlü hissedebiliyor. Yani uyumluluk modunda olmak ne kadar doğru? Bu Thompsan, hep inek ve Winston da hep uyuz piçin teki… Zaten bu klasik gençlik veya çocuk filminin ilerleyen sahnelerinde iyiliği ve güzelliği öğütleyen filmde, George, Winston ile muhabbeti kesecektir. Hatta belki sonlara doğru Winston adam olup, bu elamanlara katılıp mükemmel 3’lü acayip serüvenler yaşabilir, vs vs vs…
Peki arkadaşım, George senin derdin ne? Bu iki salağı topluma kazandırdın. Aynı ortamda senin sayende denge kuruldu. İletişimde sıkıntı yaşamamaları için aralarında filtre görevi gördün de, be piç kurusu sana faydası ne? Cevaba hazır mıyız? Bu hikaye zaten şuan da benim sallamış olduğum bir film karesi, yani gerçek değil. Bunu gerçekten yaşamanın anlamı yok.
Gerçekte olsaydı nasıl olurdu? Çok basit, George tınlamazdı. Banane .mına koyum der, hayatına devam ederdi. Thompsan’da adam olsun, anası değilim, babası değilim çok da tın derdi. Winston’u da birgün biri sağlam bi s.kerdi, o da ya katil olurdu ya da g.t korkusuna gücünün yettiklerine salça olmaya devam ederdi.
Bütün kutsal kitaplarda, dini öğretilerde; iyi olmayı öğütler ve kötülüğü görmezden gelip yine iyilikle yaklaşmayı ve şeffaf olmayı. İyiyi depolamayı, kötüyü uzaklaştırmayı. Kısacası sığınma ihtiyacını gidermek için sadece yaratıcıya ibadet etmeyi ve inanılan dinin gerekliliklerini yerine getirmeyi…
Gerçekten iyi aile terbiyesi almış ve anne-baba dan meydana gelmiş bireylerde çocuklarına iyiyi öğütleyip, düzgün ve faydalı vatandaş olmayı anlatıp, üstüne üstlük kaliteli eğitim almaları için çabalayan bu ailelerden çıkan çocukların iki seçenekleri var. Doğru olan, yanlış olan… Ya bir tarafları kalkıp, zengin zübbesine dönüşecek, ya başarı hırsına bürünüp kafayı yiyecek, ya başarısızlıklarından ötürü ailesine karşı yüzü kızarıp, utancından kendine boktan bir hayat kuracak. Ya da toz pembe olarak düşünürsek, başarı hikayelerinden birine dönüşecek. Tabi ki iyi olanı tercih ediyorum. Bu kadar karamsarlık fazla. Ancak madem tüm bunları biliyoruz… => Yani standart soy döngüsünden bahsediyorum.
Nedir bu standart soy döngüsü?
1. Soy – Yoksul Aile (Çabalayan ve zorluklarla baş eden)
2. Soy – Fakir Aile (Yoksulluğun üstüne biraz bir-şeyler eklenmiş, zar zor geçim sağlayan aile)
3. Soy – Ekonomik Aile (Dedesinden babasından zorlukları görmüş, temkinli geçim sağlayan aile)
4. Soy – Birikimci Aile (Bütün bu hikayeleri bilen ve torunları için bir şeyler bırakmaya çalışan aile)
5. Soy – Orta Seviye Aile (Çok fazla geçim sıkıntısı olmayan, dededen kalan malın mülkün değeri bilen aile)
6. Soy – Zengin Aile (Bir önce ki nesil bir çok hikayeyi bildiği için kendi evlatlarından kuş sütüne eksik etmeyen aile)
7. Soy – Yok olan Aile (Zengin geldikleri için, hazıra dağ dayanmaz deyimi bilmeyip, har vurup harman savuran aile)
İşte benim bir çok kez arkadaşlarıma anlattığım soy döngüsü bu. Bilmiyorum belki bir yerlerde yazılmış veya çizilmiş olabilir. Herhangi bir yerde okumadım ama mantığı kurmak zor değil gayet basit. Soy döngüsü tamamlandığında olay tekrar baştan başlar.
Sanırım anlatmaya çalıştığım şey, insan karakterlerinin aşırı farklılık göstermesinden kaynaklı.
Sanki 1950’ler de bütün insanlar İstanbul Beyefendisi, İstanbul Hanımefendisiymiş gibi geliyor bana… O zamanlar da fahişeler yok muydu sanki? Aslında yine birçok şey vardı. Dolandırıcılık da vardı, o da vardı, bu da vardı, şu da vardı. Ancak toplumda bir utanma ve Allah korkusu vardı. Her şey öyle ulu orta yapılmıyordu. İyilikler zaten göze batmadan gizlice yapılması makbul olan davranış biçimlerine girmekte. Kötülükler de ise; gizlice yapılanı, entrika ve adilik sınıfına girmekte ve bununla ilgili birçok türk filmi mevcut. Aslında eskiye olan özlem her zaman var. Bir de hiç düşünmediğim bir şeyi analiz etmek istiyorum bu satırlarda… Az önce bahsettim. Eskiden kötü insanlar yok muydu? Evet vardı. Kötülük ulu orta yapılmıyordu… Kesinlikle. Örneğin; eskiden birini uyaracakları zaman, bir yere çekip, öyle uyarırlardı. Hem toplumun düzeni bozulmasın, hem de sorun çıkmasın diye. Ya da yine +18 bir örnek; gerçi bu beni geri kafalı gibi gösterse de, eksilerden bahsediyoruz… Eskiden mesela sevdiğin kıza yana yakıla aşık bile olsan, aşkından sırılsıklam bile olsan, öyle ortalıkta öpemezdin. Bırak ortalıkta öpmeyi, zaten öpemezsin. Ahlaksızlık olur. Zaten eskiden olsa sevdiğin kızın elini tutmaya kıyamazdın ki… İşte bu yüzden eskiler bize toz pembe geliyor.
Gelelim gerçeklere, tamam bu toz pembe dünya vardı ve biz bunu arıyoruz, sanki o günleri yaşamışcasına… İşten eve, evden işe giden, karısını seven, saygılı dürüst İstanbul beyefendilerinin nezih ve güzel bir Türkçe ile birbirleriyle diyaloğa girdiği o dönemler. Kalkıp! Burada bildiğim kadarıyla 80’ler nostaljisi yapacak değilim. Ya da ‘neydi o eski bayramlar, o eski ramazanlar’ da diyecek değilim. Bugün bayağı bir pesimist modda yazdığımın farkındayım. O yüzden bu konuyu sonrasında tekrar ele almak üzere ufak şiirimsi bir yazıyla erteliyorum… smile
geçmişte yaşamak ne kadar nostalik olsada…
geleceği düşünmek bir o kadar hoşsa…
neden insalar ağlarlar fotoğraflara bakıpda…
halbuki hep güzel yüzler var anılarda…
22 Kasım 2008, 17:56
Neden hep gülen yüzler var fotoğraflarda?
Neden ağlayan hallerimizin birer anını dondurup, sonrasında bakmak istemiyoruz.
Ağlayan veya kavga eden bir anı görüntülemek, tepkiye maruz kalacağımızı bilsek bile bunu yapsak, sadistçe bir davranış mı?
Belki de sonrasında bunlara bakıp, tartışmanın ne kadar gereksiz olduğunun bilincine varacağız?
Ne duymak istiyorsak, onu dinliyoruz.
Ne görmek istiyorsak, ona bakıyoruz.
İşimize gelmeyen bir şey olduğunda ise başımızı çeviriyor, gözümüzü yumuyoruz. Hepimiz iki yüzlüyüz. smile
</Sonra yazılacak ötelenen paragraf başlangıcı>
Gelelim bir sonraki evreye bu evrenin adı “sınıflandırma evresi” olsun. Arkadaş mı, dost mu, kanka mı, sevgili mi, eş adayı mı? vs vs vs… Sınıflandırma evresi süresince…
</Sonra yazılacak ötelenen paragraf sonu>